DİYARBAKIR VELİME GECELERİ…

Bir Kent Meclisi, Bir İrfan Meclisi, Bir Sivil Toplum Örgütü Konfederasyonu gibi bir yapıydı Diyarbakır Velime’ leri…
Arkadaşlığın, dostluğun, sevginin pekişmesi, dostlar arasında baş gösteren kırgınlıkların giderilmesi, saygının, edep ve terbiyenin, nezaketin, hayata pozitif bakmanın ve paylaşma kültürünün genç nesillere gösterilmesi ve aktarılması amacını taşıyan Velime ‘ ler aynı zamanda sazın ve sözün dile geldiği
toplantılardı…

Barana, Sıra Gecesi, Yaren vb. Geleneksel Sohbet Toplantıları

(Yaran Sohbeti, Yaren Teşkilatı, Sıra Gecesi, Kürsübaşı Sohbeti, Barana Sohbetleri, Cümbüş, Delikanlı Örgütü, Gençler Heyeti, Gezek, Kef/ Keyif, Muhabbet, Oda Teşkilatı, Oturmah, Sıra Yarenleri, Erfene/Arfane, Gezek, Erfane/Gezek, Sıra Gecesi/Herfene, Velime Geceleri)

Geleneksel sohbet toplantıları; sıra gezmeleri, sıra name, barana sohbetleri, yaran, sıra yarenler, kürsübaşı sohbetleri, velime geceleri, cümbüş, delikanlı teşkilatı, gençler kurulu, gezek, keyf/ kef, muhabbet, oda teşkilatı, oturmah, sohbet, erfane olarak da adlandırılan farklı yörelerde farklı sayıda erkek gruplarının yılın özellikle kış aylarında ve belli kurallar çerçevesinde bir araya geldikleri sosyal dayanışma işlevli toplantıların genel adıdır. Toplantılar için sıklıkla Perşembe, Cuma veya Cumartesi günü seçilir. Akşam saatlerinde başlayan toplantılar, gece yarısına doğru sona erer. Her üyenin toplantıya zamanında gelmesi ve zamanında ayrılması beklenir.

Geleneksel sohbet toplantıları, özellikle Yaran Sohbeti adı altında Çankırı ilinde, Yaren Teşkilatıadıyla Kütahya ili Simav ilçesinde, Sıra Gecesi adı altında Şanlıurfa’da, Kürsübaşı Sohbeti adı altında Elazığ’da, Barana Sohbetleri adıyla Balıkesir Dursunbey ilçesinde yaşatılmakta ve Türkiye çapında tanınmaktadır. Ayrıca Cümbüş adıyla Ankara ve çevresinde, Delikanlı Örgütü adıyla Ankara ili Kazan ilçesinde, Gençler Heyeti adıyla Niğde ili Dündarlı ilçesinde, Gezek adıyla Kütahya Merkez ve Isparta’da,Kef/Keyif adıyla Antalya ve Isparta illerinde, Muhabbet adıyla Ankara ili Beypazarı ilçesinde, Kırşehir, Yozgat illerinde, Karabük Safranbolu ilçesinde, Oda Teşkilatı adıyla Balıkesir Edremit ilçesinde, Manisa Soma ilçesinde, Oturmah adıyla Van ilinde, Sıra Yarenleri adıyla Konya ili Akşehir ilçesinde, Erfene/Arfane adıyla Ardahan’da, Gezek adıyla Afyon’da, Erfane/Gezek adlarıyla Bursa’da, Sıra Gecesi/Herfene adlarıyla Erzincan’da, Velime Geceleri adıyla Diyarbakır’da var olduğu tespit edilmiştir.

Sohbet toplantılarının oluşumu ve işleyişinde gelenekselleşmiş, yazılı olmayan kurallar vardır. Sayıları değişken olmakla birlikte genellikle 5-30 kişiden oluşan sohbet grupları, üyelerce seçilen 3-5 kişilik bir ekip ya da başkan tarafından yönetilmektedir. Yörelere göre sıra başkanı, kolbaşı, köşe ihtiyarı, büyük yarenbaşı, küçük yarenbaşı, sözcü, yiğitbaşı, büyük başağa, yaran reisi gibi isimler verilen sohbet başkanının görevi grup içi ilişkileri düzenlemek ve toplantıların belirlenen kurallara uygun olarak gerçekleşmesini denetlemektir.

Geleneksel sohbet toplantılarına genellikle 15 – 16 yaş ve üzerindeki erkekler katılmakta ve üye olmaktadır. Toplantıya katılmak isteyen kişilerin belli bir etnik grup ya da inançtan olma zorunluluğu bulunmamakla birlikte dürüst olma, sır saklama ve büyüklerine itaat etme gibi ahlaki niteliklere sahip olması beklenir. Sohbet toplantısının ilkinde toplantı yöneticisi ya da başkanı seçilir, görevleri hatırlatılır, sohbet sırasında ikram edilecek yemek çeşitleri kararlaştırılır, müzisyenlerle bağlantılar sağlanır ve toplantıların genel işleyişi belirlenir. Sohbet grubuna yeni birisi alınacağı zaman önceden kendisi hakkında araştırma yapılır ve sohbete katkısı değerlendirilir. Yeni üyenin diğer üyelerle sosyal statüsü başta olmak üzere pek çokyönden uyumlu olması gerekmektedir. Üye olmayanların misafir statüsünde toplantıya katılmaları ise tüm üyelerin onayının alınması koşulu ile mümkün olabilir.Sohbetler üyelerin evlerinde sıra ile yapılır. Sohbet mekânına geliş ve selamlaşmada da belli kurallar takip edilir. Örneğin barana geleneğinde sohbet odasına önce başkan sonra üyeler girer; yaren geleneğinde ise üyeler hazır bir şekilde sohbet başkanını beklerler. Oturma düzeninde de belli kurallar takip edilir. Örneğin Gerede toplantılarında üyeler yarım daire şeklinde oturur ve tam ortalarında başkan, onun solunda müzisyenler ve sağında kıdem sırasına göre üyeler oturur. Sohbet mekânlarının düzeni için de belli kıstaslar vardır. Evin en geniş odasının tercih edildiği mekânda hasırlar veya halılar serilidir. Hasırların üstünde geleneksel desenli kilimler, minderler ve yastıklar vardır.

Adından da anlaşılabileceği gibi geleneksel sohbet toplantılarının içeriğindeki başlıca unsur sohbettir. Günlük yaşama dair her konuda sohbetlerin yapıldığı toplantılarda halk müziği, halk dansları, eğlencelik oda içi oyunlar, seyirlik oyunlar gibi etkinlikler ile yemek ve sofra kültürü de önemli yer tutmaktadır. Barana geleneğinde yüzük oyunu, yaren geleneğinde vızvız oyunu ve dilsiz oyunu, sıra gecelerinde yüzük saklama ve talaka gibi çok çeşitli oyunlar oynanmaktadır. Özellikle müzik yönü ile öne çıkan Şanlıurfa Sıra Gecesi, Elazığ Kürsübaşı toplantıları, geleneksel müziğin icracıları için usta-çırak ilişkisi içinde eğitim gördükleri bir konservatuar niteliğindedir. Toplantılarda yenilen yemekler de yöreden yöreye farklılık göstermektedir. Örneğin; Şanlıurfa Sıra Gecelerinin vazgeçilmezi olan ikramlar arasında çiğ köfte, tatlı ve acı kahve olarak da bilinen mırra bulunmaktadır. Sıra gecesinin yemek listesi baştan belirlenir ve bu listenin dışına çıkılmaz. Çankırı’daki yaren yemekleri arasında da çorba, güveç, pilav ve baklavadan oluşan takım yemeği öne çıkmaktadır. Elazığ kürsübaşı geleneğinde pestil, badem içi, dut kurusu ve ceviz gibi yiyecekler ikram edilir. Barana geleneğinde ise tirit haricindeki yemekler sohbet başkanının işaretiyle tamamen bitirilmeden ev sahibine bırakılır.

Geleneksel sohbet toplantıları temelde benzer bir işleve sahiptir. Öncelikli amaç iş dışında kalan zamanı sohbet ederek ve eğlenerek değerlendirmek, sohbete katılanları eğlendirirken eğitmektir. Sohbet konuları sosyal, siyasi meselelerden üyelerin ekonomik ve sağlık sorunlarına kadar uzanabilir. Bu toplantılar somut olmayan kültürel mirasın yaşatılması ve aktarılmasına, karşılıklı saygı ve dayanışma duygusunun özellikle genç kuşaklar arasında oluşmasına önemli katkılarda bulunmaktadır. Grup üyeleri sosyal statü, ekonomik ve diğer farklılıklar gözetmeksizin birbirleri ile eşit hak ve sorumluluklara sahiptir. Bu farklılıklar topluluk içinde hiyerarşik bir yapılanmaya sebep olmamaktadır. Grubun üyeleri günlük hayatlarında, yöneticiler ve yaşça kendilerindenbüyük olanlar tarafından eğitilmekte, denetlenmekte, ihtiyaç duyduklarında kendilerine yapılan maddi ve manevi yardımlardan yararlanmaktadırlar.Benzer işleve sahip farklı yöresel unsurların aynı başlık altında bir araya getirildiği geleneksel sohbet toplantıları konusunda Kültür ve Turizm Bakanlığı araştırma, tespit ve belgeleme çalışmalarını sürdürmektedir. Unsurun yaşayabilirliğini güvence altına almak için uygulayıcı topluluklar ve ilgili sivil toplum kuruluşlarının etkinlikleri ve yayın faaliyetleri desteklenmektedir.

Unsurun yaşatıldığı yerlerde yapılan alan araştırmaları sonucunda Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) ile işbirliği içinde belgeseller hazırlanmıştır. İçinde barındırdığı geleneksel giyim, sözlü anlatımlar, müzik, dans, mutfak kültürü gibi çok yönlü değerlerle kültürel mirasın gelecek kuşaklara aktarılmasında son derece önemli bir işleve sahip olan geleneksel sohbet toplantıları, geleneğin devamlılığının sağlanması açısından kültürel mirasın bütüncül bir yaklaşımla korunmasına da katkıda bulunmaktadır.

Geleneksel Sohbet Toplantıları 2010 yılında UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi’ne ülkemiz adına kaydettirilmiştir.

Kaynak: http://aregem.kulturturizm.gov.tr/TR,131534/barana-sira-gecesi-yaren-vb-geleneksel-sohbet-toplantil-.html

Kürsübaşı Geleneğimiz – Harput Sıra Geceleri:

Eski Harput evlerinde kış mevsiminde kullanılan adeta soba görevi yapan özel olarak düzenlenmiş kürsü etrafında ısınmak sohbet etmek eğlenmek amacıyla bir araya gelinmesi Kürsübaşı denilir.

“Kürsübaşı” günümüzde Harput kültürünün belli bir yönünü ifade eden, çağrıştıran kelime olarak algılanır.

Kürsü 50-60 cm yüksekliğinde en küçüğünün bir yanı 60 cm den başlamak üzere 1,5metreye kadar genişleyen dört ayaklı ve dört köşeli tahtadan yapılmış kare bir masa şeklindedir. Bazılarının ise altı da üstü de kapalı, yalnız alt döşemenin ortasında 30-60cm kutrunda dairemsi oyulmuş boş bir yer vardır ki buraya mangal koyulur. Kürsülerin büyüklük ve küçüklüğüne göre hususi surette saman ve yapışkan bir çamurdan yaptırılmış olan bu mangallar kürsü ayaklarının tam ortasına konulur, etrafında ise abdest sularının ısınması için bakır ibrikler bulunurdu.

Açık havada ve ekseriyetle yemek ocaklarında yakılan ağaç kömürü, ateşi carıtlarla (ateş küreği) bu mangallara konulur ve dayanmak içinde üzeri külle kapatılırdı. Bu ateş soğuğun şiddetine göre 10-12 saat kadar kürsüyü ve kürsü başlarını hamam gibi ısıtır ve sıcak tutardı.

Kürsülerin üzerine iç yüzü kırmızı renk düz ve dış tarafı ise aynı yerli bezden (çiçekli bez) hususi surette yaptırılmış büyük yorganlar örtülür. Kürsünün iki tarafı sedir diğer iki tarafı da büyük minderler konularak bu seviyeye çıkarılır. Bunların üzerine tekrar yumuşak döşek veya makatlar konulur ve üzerine tertemiz örtüler çekilir.

Duvarlara gelen taraflara da sırayla yastıklar dayanır. Yumuşak minderlerin üzerine oturulur ve yastıklara dayanılır. Ayaklar bacak ve kollar bu yorgan altına sokulur, kürsü yorganı göğüslere kadar çekilir. İşte bu surette kürsünün dört bir tarafında oturanlar vücutlarını ısıtır ve soğuktan muhafaza edilmiş olurlardı. (Sunguroğlu Cilt-4 Sh.256)

Bazı köylerde ise dört tarafı kerpiçle çevrilmiş ve yumurta ile sıvanmış ortası boş kürsüler yapılmıştır. Bu kürsünün ortasına içi köz dolu mangal bırakılır ve üzeri kapatılırdı. Kürsünün etrafında minderler bulunurdu.

Kürsünün kendisinden ziyade Kürsübaşı diye bilinen ve bu isimle alınan toplantılar müzikli eğlenceler, halk hikâyeleri anlatımları gibi kültür hayatımızda önemli yeri olan konuların işlenmesi ve günümüze kadar gelmesi önemlidir. Kürsübaşları geleneksel kültürel unsurlarımızın günümü-ze ulaşmasında önemli bir fonksiyonu olmuştur.

Uzun kış gecelerinde Harputluların hemen tek eğlencesi olan Kürsübaşlarında, yaş guruplarına göre toplantılar olurdu. Kürsübaşlarında önceden karar verilmesi suretiyle sırayla her gece bir evde toplanılırdı. Her mahallede akran olan ve ruhen uyuşan insanlar bir topluluk oluştururlardı. Bunlara “kol” denirdi. Bu kollar o topluluğun liderinin ismiyle anılırdı. Bu kollar içerisinde iyi yemek yapanlar mutlaka bulunurdu.

Toplanılmasına karar verilen eve tedarik edilen malzemeler önceden gönderilirdi. Evdeki kadın ve çocuklar akşam erkenden başka bir komşuya gider; evli misafirlere bırakılırdı. Yarı gecelere kadar sürecek olan eğlenceler, anlatılacak fıkralar, yapılacak şakalar hep planlanır ve gece mutlu bir şekilde tamamlanırdı. Halk oyunları şarkı ve türküler, maya ve hoyratlar, güzel yiyecekler, çeşit çeşit sohbetler Harput’un soğuk kış gecelerini ısıtır gönüller şenlenirdi. Bir dahaki toplantı ve yiyecekler de bu gecenin sonunda kararlaştırılırdı. Yemekler, meyve ve diğer yatsılıkların kimler tarafından alınacağı hususunda kura çekilirdi.

Kürsübaşları, gündüzleri bütün ev halkını etrafında toplar geceleri de varsa misafirlere tahsis edilirdi. Kürsübaşlarında efsaneler, masallar, bilmeceler söylenir; latifeler şakalar yapılır, yüzük oyunları oynanırdı. Oyun sonunda kaybedene cezalar verilir ağır şakalar yapılırdı.

Kürsübaşı geleneklerinden başka Harput’ta bütün mahallelerde “oda işletme âdeti” vardı. Zengin konuklarında selamlık daireleri orta hallilerin evlerinde ise selamlık odaları bulunurdu. Akşamla yatsı arasında buralarda toplanılırdı. Bu odaların müdavimleri hep aynı kişilerdi. Bir odanın müdavimini diğer odaya gitmesi hoş karşılanmazdı.

“Selamlık odalarında sesleri güzel kimseler  tarafından  Ahmediye ,Muhammediye, Kıssası Enbiya kitapları Emrah, Nevres külliyatından parçalar okunurdu. Hikayeler, masallar, savaş anıları anlatılırdı. “İlim adamlarının selamlık odaları kalabalık olurdu. Müdavimleride çoğu hocalar, Müderrisler veya mektep medrese görmüş kimselerdi. Bu odalar adeta bir ilim yuvasıydı. Fuzuli, Baki, Nefi, Nabi, Nedim, Sabi gibi şair ve ediplerin eserleri okunur, incelenir, yorumlar yapılırdı. Hatta bu toplantıda ezbere beyitler okunmakla kalınmaz “fuzuliden bir beyit okıyacaksın ki son harfi “b” olsun” şeklinde sorulan sorulara cevaplar alınırdı.

İşte böylesine ortamlarda adeta Kürsübaşlarında ve odalarda bir yaygın eğitim yapılır insanlar bilgi sahibi olurlardı. Harput insanının kadirşinaslığını bilge kişiliğini ve musikisindeki şahsına münhasırlığını buralarda almak gerekir.

Kaynak: http://www.elaziz.net/gelenek/kursubasi.htm

SOHBET ve FERFENE

Yazan: Kazım ÜNLÜOL

Bir kaç yüzyıllık tarihi olan  eğlence  ve sohbet toplantısı olduğu bilinmektedir. Şehir merkezinde yapılan bu faaliyet geçmişte uzun kış gecelerinde iyi vakit geçirmek ve bilhassa esnaf derneklerine bağlı olanları sosyal bakımdan bir ocağa bağlamak,yeni yetişenlere bu vesile ile gelenek ve görenekleri,toplumsal hayat kurallarını aktararak toplum içinde  dürüst akıllı ve iyi yaşamayı öğretmeyi amaçlıyordu.Bu yönüyle “sohbet” Geredeliler tarafından çok önemsenmekte idi.Burada yetişen gençlerin arkadaşları arasında ayrı bir üstünlüğü söz konusudur.Sohbet ocağından kovulmak  bir genç için toplumdan soyutlanmak demekti.Sohbet toplantısı genelde şöyle yapılırdı.

Sohbet yapmak isteyen gençler sonbaharda toplanarak sözü dinlenen,sohbetlere katılmış yaşlı birisini kendilerine”baş” seçerler buna “Başeski” denir.Başeski güçlü kuvvetli birisini kendine “çavuş” tayin eder ve gençleri toplantıya çağırır,konular belirlenir ve;

  1. Sohbetçinin gideceği kahvehane
  1. Sohbetin başlayacağı hafta ve ne kadar devam edeceği,
  1. Kimlerin evlerinde sohbet yapılacağı,
  1. Sohbet masrafının nasıl temin edileceği kararlaştırılır.

Kararların alınmasıyla sohbetçiler adeta kardeş olmuşlardır.Sorunları başeski tarafından giderilir.Toplantılar genelde Cumartesi gecesi yapılır.Sohbetçilerin gittiği kahve temiz,düzenlidir,gürültü olmaz,yüksek sesle konuşulmaz,her şey adaba uygun gerçekleşir.Başeski oranın sanki kulup başkanıdır,her şey onun kontrolü altında olur.Zaman zaman çalgı çalınır,maniler,beyitler söylenir,gençlere saz ve söz öğretilir.Sohbetçiler sohbete sarhoş oalarak gelip katılamazlar.Misafirler de sohbete uymak,törelerini kabul etmek zorundadırlar.

Sohbet yapılacak ev,katılacaklar,zamanı belirlendiğinde bütün sohbetçiler  Başeski,çalgıcılar,kıdemli sohbetçiler,genç sohbetçiler sohbet evine doğru bu sırayı hiç bozmadan ilerlerler.Eve yaklaşılınca “sohbet peşrevi”çalınır.Evdeki sıra da aynan yukardaki gibidir,bir yarım daire gibi oturulur.Dairenin ortasında başeski,solunda calgıcılar(saz.darbuka,dümbelek,zilli maşa,klarnet),sağında kıdeme göre sohbetçiler oturmuştur.

Başeski ev sahibine yardımcı iki kişi seçer.Kahveler içilir.Sıra yeni başeskinin seçimine gelmiştir.Başeski yardımcısı olan “çavuş”a seslenir.Çavuş”Buyur Bey” diyerek bekler.Başeski elindeki havlu veya benzeri şeyle duvardaki “tura”yı işaret ederek “şu tuğrayı ver” der.Çavuş tuğrayı başeskiye verir,önünde diz çökerek elini açar.Başeski çavuşun eline tek tek vurarak:

“Meyhaneleri kapa

Yalnız hasta seyri olursa

Bir tane kalsın

Dokuz köyü de bir eşeğe bindir

Kuyruklarını ellerine ver

Gütsünler bakalım “der.

Çavuş tuğra ile   aşığı(koyun veya sığır disrek  kemiği) herkese attırır.Atış devam ederken Başeski özür veya kabahatli gördüğü sohbetçileri yanına çağırır,”Çavuş,hakkını ver”der.Çavuş cezalı sohbetçinin eline veya ağzına tuğra ile vurur.Aşık atışında düz düşürene “Bey”diye hitap edilir ve başeskinin yanına oturtulur.Aşığı başeski atar.düz getiremezse “başeskiliğin mübarek olsun”diyarak kendi yerine oturtur.Yeni aday arzulu ise  yeni başeski seçilmiş olur.Değilse hakkından vazgeçerek ve sohbatçilerin reyini alarak eski başeskiyi yerine oturtur ve eğlenceler başlar.Oyunlar genelde şarkılı türkülü,hareketli orta oyunlarıdır. “Dönmek oyunu”bunlardan biridir.Oyunu oynayanlar kolları sıvanmış şekilde başta çalgıcılar,türkücüler olmak üzere sıralanıp evin içinde sohbet şarkısının ara namesini çalarak üç defa dönerler.Dönme esnasınde ev sahibi üzerinde mum yanan bir sandalyeyi ortya koyar.Oyuncular ve çalgıcılar(dömbekçiler)sandalyenin çevresinde bir daire çizerek şu türküleri söylerler:

Sohbetçi çarşıdan aştı aman,aman

Ali’nin tedbiri şaştı aman,aman

Seyid de bıraktı kaçtı aman,aman

Yemeyiz böyle sohbeti

Çekmeyiz böyle mihneti

Ali’nin yanar lambası aman aman

Alnında kara damgası aman,aman

Hacı Yakup sohbet babası aman,aman

Yemeyiz böyle sohbeti

Çekmeyiz böyle mihneti

Ali’nin peşkiri kara

Kara dağlı istiyor para

Gayri  sen sohbetçi ara

Yemeyiz böyle sohbeti

Çekmeyiz böyle mihneti

Orta oyunlarına bir örnek de tekerleme söyleme yarışmasıdır.Yanlış söyleyenin alnına kara çalınır en fazla karası olana oyundan çıkarma,tavana meyve asıp elleri bağlı yedirme gibi cezalar verilir.

Geç vakitlere kadar yapılan oyun ve eğlencelerden sonra  ev sahibi veya iki üç kişi tarfından hazırlanan yemekler yenir ve dağılırlar.Yemekte katiyen içki içilmez.

Sohbet dağılmadan önce bir sonraki sohbetin planlaması yapılır.Bu toplantılar kış boyunca sürer.

“Sohbet toplantıları”na katılmış olanların sayıları çok azalmış olup bugün bu eğlenceler yapılmamaktadır.

 Ferfene

Yazan: Kazım ÜNLÜOL

Geçmişten günümüze gelen, uzun kış gecelerinde, köylerimizin büyük çoğunluğunda köy gençlerinin katılımıyla haftada bir defa, köy dışında bulunan köylüler ve çevreden gelen misafirlerin, ilçedeki amir ve memurların misafir olarak katılımıyla yılda bir gece gerçekleştirilen, sadece erkeklerin yaptığı bir eğlence programıdır.

İlçe merkezinde yapılan “Sohbet”ten ayrılığı oyun çeşidinin fazla olması,köydeki erkeklerin tamamının katılabilmesi,sadece  bir eğlence gecesi olması,masraflarının ferfeneye katılanlarca veya köy delikanlı parasıyla karşılanması,çoğu yerde çalgısız oluşudur.

Ferfenede bir  amaç da eğlenirken köy içi ve köyler arası birlik ve beraberliğin sağlanması,köyde yapılabilecek hizmetler için birlik oluşturulmasıdır. Ferfene esnasında uygulanan oyunların şekilleri köyler arasında farklılıklar göstermekle birlikte genelde ana tema eğlenceli bir gece geçirmektir.Oyunlar;Bilgi,beceri yarışmaları,cezalı oyunlar,maharetlerin sergilenmesi şeklinde gruplandırılabilir.

 

Maharet ve beceri oyunları kişisel ya da guruplar arasında yarışmalar şeklinde olabilmektedir.İğneye ip saplama, yoğurt yeme oyunları bunlardandır.Yine müzik kabiliyeti olanlar, enstrüman (saz, keman, darbuka, tef) çalabilenler de ferfenede kendilerine özel bir yer bulurlar.Bazı köylerde kulaktan kulağa dolaşan mani ve türküler, taşlamalar,uzun hava ve oyun havalarını özellikle güzel söyleyebilenler,mahalli şair ve aşıklar ferfeneye renk katarlar.

Bilinen oyunların dışında kişilerin kendilerinin bulup uyguladıkları oyunlar da ilgi ile izlenmekte,bunlardan beğenilenler o köyde her ferfenede tekrarlanmaktadır.Bazen gençlik yıllarında oynadıkları oyunları misafirler hatırına,yoğun istek üzerine oynayan yetmiş seksen yaşlarındaki ihtiyarlar hala o günlerin heyecanını sergilemektedirler.

Genelde her oyunun sonunda bir ceza uygulaması (Mesela mağlupları kızağa  koşup üzerine  galiplerin binerek kızağı köyün bir başından diğer başına çektirmesi)olmakla beraber özellikle oyunlarda en fazla ceza alarak dayak yiyenler oyuna ilk defa katılanlardır.Şakayla karışık uygulanan dayak hiçbir zaman şakanın ötesine geçmez. “Kim Vurdu” oyunu bunun en güzel örneğidir.(Oyunların ayrıntıları özelliklerini kaybetmemeleri için anlatılmamıştır.)

Hangi oyun olursa olsun Türk insanının pratik zekası,saflığı ve kurnazlığı burada da kendini göstermektedir.En fazla oynanıp tesbit edilebilen oyunların bazıları şunlardır.Yüzük Saklama,Kim Vurdu,Yoğurt Yeme,İğneye İp Saplama,Leylek Oyunu, Düdük Ötme, Kalaycı, Leğende Su, Arı Vızvızı, İki Karılı Koca, Tomruk Soyma, Andaşı, Çavuş Onbaşı,Enderemezsin, Hac’ca Gitme, Elma Kapma, Helva Yeme, Bisküvi Yeme, Lokum Yeme,Avcı, Sevilen Meyve ve Dedeler, Aşık atma(unutulmak üzere),Kibrit Atma,Teke,Horasanlı Dede,Çingene Oyunu.

Ferfene “Değnekçi Başı” tarafından idare edilir.Değnekçi başı(sohbet ağası-sohbetçi başı) ferfene başladığı andan itibaren her şeyin sahibi ve amiridir.Ferfenede bulunanların tamamı onun emirlerine uymak zorundadır.İtiraz edenler,oyunlara katılmak istemeyenler değnekçi başı veya yardımcıları tarafından şiddetle cezalandırılır.İzinsiz hiçbir şey yapılamaz.Değnekçi başının belirlemediği oyunlar oynanmaz,yeni bir oyun sergilemek isteyen izin alarak sergileyebilir.Beğenilirse mükafatlandırılır,beğenilmezse cezalandırılır.

Ferfenenin masrafları  ferfeneye katılanlarca veya “Köy Delikanlı Parası”ndan karşılanır.Bu iş için köyde delikanlıların seçtiği tecrübeli ve bir “Delikanlı Başı” görev alır.Delikanlı başı ikramla ilgili tüm işleri yönetir.Genelde çorba(tarhana,yoğurtlu çorba,)et yemeği(hindi veya büyük baş hayvan eti) pilav ayran,hoşaf,yoğurt ve tatlı şeklinde hazırlanan yemekler cemaatle camide kılınan yatsı namazından sonra köy odasında veya camide yer sofraları kurularak yenir dua edilir.Delikanlı başı ferfene esnasında köy ağası(köy için en fazla maddi manevi katkıda bulunan,sayılan kişidir)ve muhtarla birlikte misafirlerin yanında “baş köşe”de oturur,bazen hakemlik yapar.Yine bilhassa beceri yarışmalarında, değnekçi başının seçtiği birkaç kişi (bunların içinde misafirler de bulunabilir.)hakemlik görevini üstlenir.

Ferfene eğlencesi köy muhtarı,köy delikanlı başı veya köy ağasının açılış konuşmasıyla başlar,değnekçi başının idaresiyle devam eder ve yine değnekçi başının ilanıyla biter.

Burada uygulanan en güzel adetlerden birisi ferfenenin başında ve sonunda toplu olarak herkesin birbiriyle kucaklaşması,büyüklerin ellerinin öpülmesi,hakların helal edilmesidir.Bu adet köy içinde meydana gelen tüm kırgınlıkların  ferfene odasında unutulmasına sebep olduğundan birlik ve beraberlik,kardeşlik duyguları tazelenmektedir.Aynı duygular komşu köylerden gelenler vasıtasıyla köyler arasında da yayılmaktadır.

 

Kaynak: www.gerede.net

http://gerede.net/Default.aspx?Sayfa=bolumler&BolumNo=002-004-002-

ŞANLIURFA’DA SIRA GECESİ GELENEĞİ

Abuzer AKBIYIK

 Tarih süreci içersinde bazı geleneklerimiz yoz­laşmakta, bazıları da çeşitli nedenlerle  kaybolmak­tadır. Buna karşılık bazı geleneklerimiz ise ilk günkü şevk ve heyecanla sürdürülmektedir. ışte tüm canlılığıyla gerek Urfa, gerekse Urfa dışındaki Urfalıların sürdürmekte oldukları geleneklerden biri “sıra gecesi” geleneğidir.

Yıllardan beri “sıra gecesi” her fırsatta medyanın ilgisini çekmiştir. Sıra gecesinde icra edilen müzik fasılları proğram yapımcılarının ilgi odağı olmuş ve çeşitli proğram yapımcıları  tarafından çekilerek “sıra gecesi” adıyla hemen hemen bütün televizyon kanallarında yayınlanmıştır. “Zügürt Ağa”, “Eşkıya” gibi birçok filmlerde sıra gecesi sahnesine yer ve­rilmiştir.  Bazı televizyon kanallarında “sıra gecesi” adıyla her hafta yayınlanan müzik proğramları dü­zenlenmiştir. Birçok gazete ve dergilerde sıra gece­siyle ilgili haber ve makale çıkmıştır. “Urfa sıra ge­cesi”, “Urfa geceleri” adıyla kasetler çıkarılmıştır. Urfa’ya gelen misafirlere ve üst düzey bürokratla­ra “sıra gecesi” adıyla müzikli eğlence geceleri düzenlenmiştir. Çeşitli kuruluş ve derneklerce Urfa dışında “sıra gecesi” adıyla geceler düzenlenmiştir. Böylece sıra gecesi, Urfa’da yaşayan bir gelenek olma yanında, Urfa’nın bir simgesi ve Urfa kültü­rünün bir tanıtım gecesi olmuştur.

Sıra gecesi adı altında düzenlenen proğramların bir kısmında sıra gecesi içindeki sohbet, oyunlar ve müzik gibi bölümler yansıtılmaya çalışılmışsa da, birçoğunda sıra gecesinin sadece müzik faslı bö­lümü yer almıştır. Bu nedenle de sıra gecesi denil­diği zaman, yaygın olarak “müzik gecesi” anlaşıl­maktadır. Halbuki müzik, sıra gecesinin sadece bir bölümüdür. Sıra gecesinin müzik yanında çok daha başka fonksiyonları vardır.

ışte bu nedenle -yıllardır sıra gezen biri olarak- halkımızın yıllardır sürdürdüğü ve son yıllarda medyanın da ilgi odağı olan “sıra geceleri”mizi çe­şitli yönleriyle bu yazımızda ele alacak, kültür ha­yatındaki yerini vurgulamaya çalışacağım.

“SIRA GECESİ” NEDİR ?

Genellikle kış gecelerinde, birbirine yakın yaş grubundaki gençlerin veya orta yaşlardaki arkadaş gruplarının, her hafta bir başka arkadaşın evinde olmak üzere, haftada bir akşam, belirli bir niteliğe ve düzene göre sıra ile yaptıkları toplantılara  Şanlıurfa’da “sıra gecesi” denmektedir. kısaca; “sıra gecesi” bir arkadaş grubunun haftada bir olmak üzere bir araya geldikleri toplantılardır.

SIRA GECESİNİN URFA KÜLTÜR HAYATINDAKİ YERİ

Sıra gecesinin Urfa kültür hayatındaki yerini şöyle özetleyebiliriz. Urfalı, genç yaşından itibaren sıra gecesine katılarak, cemaatle oturup kalk­mayı, gelenek ve göreneklerini, adâb-ı muâşeret ku­rallarını, cemaatte konuşmanın adabını, yeri geldiği zaman konuşmayı, yeri geldiğinde dinlemesini bilmeyi, büyüğüne saygıyı öğrenir. Bu yönüyle “sıra gecesi” bir halk mektebidir.

Sıra gecelerinde zaman zaman çeşitli kitaplar okunur ve yorumları yapılır. Bu yönüyle “sıra ge­cesi” bir eğitim-öğretim müessesesidir.

“Sıra geceleri” acıyı ve mutluluğu paylaşmaktır. Sıra arkadaşlarından birinin yakını ölse, diğer sıra arkadaşları cenazenin hazırlanmasından kaldırıl­masına kadar arkadaşlarının yanında olurlar, arka­daşlarının acısını paylaşırlar. Düğün, sünnet vs. gibi mutlu günlerde yine arkadaşlar bir araya gelir ve mutluluğu paylaşırlar.

Şanlıurfa’da müziğin gelişmesi ve yaygınlaşma­sının en büyük nedeni sıra geceleridir. Bu geceler bir usta çırak geleneğine uygun olarak müziğin  öğ­retildiği ve icra edildiği meşk ortamıdır. Bu yönüyle sıra geceleri bir “Halk konservatuarı”dır.

Keklik, at gibi belirli hayvanlara merakı olanlar, sıra gecelerinde sevdikleri konuları konuşurlar; bu yönüyle sıra gecesi bir cemiyet, bir dernek gibidir.

Urfa’nın sosyal, kültürel ve ekonomik sorunları sıra gecesinde konuşulur ve tartışılır, çözüm yolları üretilir. bu yönüyle sıra geceleri birer istişare top­lantılarıdır.

Sıra geceleri sosyal yardımlaşma ve dayanışma­nın yoğunlaştığı ve pratiğe dönüştüğü  yerdir. Sıra arkadaşları kendi aralarında yardımlaşma sağladık­ları gibi, sıra gecelerinde toplanan paralarla fakir­lere yardım edilir.

Sıra geceleri, nezih bir sohbet ortamıdır; ilim ve irfan sahipleriyle sohbetler edilir. Şiirler dinlenir, kültür ve edebiyat üzerine konuşulur.

Sıra geceleri geleneksel “Tolaka” ve “Yüzük fin­can” oyunlarının oynandığı, geleneklerin yaşatıldığı gecelerdir.

Sıra gecesi, Urfa ve Urfalının tanıtımının yapıl­dığı bir lobidir.

Sıra gecesi; zengin Urfa sofrası yemeklerinden çiğköfte ve tatlılarının yenildiği, misafirlere tanıtıl­dığı ortamlardır.

SIRA GECESİNE GELİŞ

Sıraya geliş saati daha önce belirlenen saatlerde olur ve büyük bir önem taşır. Herkes belirle­nen saatte gelmek zorundadır. Belirlenen saatte ge­lemeyen, önceden tespit edilen para cezasını öde­mek zorunda kalır. Sıraya gelenleri, ev sahibi ka­pıda karşılar ve oturulacak odaya alır. Sıraya önce gelenler ayağa kalkarak gelene buyur eder. Sıraya gelen selam vererek herkesle tokalaşır ve uygun yere oturur. Sırada yaşça büyük olanlar üst tarafta, yaşça küçük olanlar kapıya yakın oturur. Ev sahibi ve sıraya daha önce gelenler, sonradan gelenlere “merhaba” derler; sıraya gelen de onlara “merhaba” diyerek karşılık verir. Daha önce gelenler çoksa cemaatin hepsine birden merhaba anlamına gelen “cemaatize rahmet” der.

SIRA GECESİNDE MİSAFİR AĞIRLAMA

Sıra grubundan olan biri beraberinde misafir getirebilir. Misafire odanın üst tarafında yer verilir. Sıraya gelen misafirler, sıraya getiren kişi tarafın­dan tanıştırılır. Sıradakiler de misafire tanıştırılır. Sıradakilerin tanıştırılması, misafiri geti­ren kişi ta­rafından yapılır veya sıradakiler tek tek sıra ile kendilerini tanıtırlar.

SIRA GECESİNDE SOHBET

Sıra gecelerinin en önemli fonksiyonlarından biri sohbettir.  Sohbete, sıraya gelenlerden hal hatır so­rularak başlanır. Sıraya gelenler birbirlerine sihhat durumlarını, iş durumlarını sorarak sohbete başlar­lar. Sohbet birçok konuda derinleşerek devam eder. Sohbet konuları arasına, o haftaki aktüalite, piyasa­nın durumu, ekonomi, siyaset ve dini konular gibi birçok mevzu girer. Sohbet konusu sıra gezenlerin ilgi alanlarına göre de değişiklik gösterir. Sıra ge­zenler kuş meraklısıysa, ağırlıklı  olarak kuşlar üze­rine; müzik meraklısıysa, müzik üzerine, kültür ağırlıklıysa, edebiyat ve şiir üzerine sohbet ederler. Muhtarların gezdiği sırada mahallenin sorunları, siyasi durum vs., dini ağırlıklı bir sıra ise, dini konu­lar sohbetin ana konularını oluşturur.

Sıra gecelerinde konuşulan konular, sıra gezen­lerin mesleklerine, kültür ve sanat yapılarına, tahsil­lerine göre değişiklik arz etse de, sırada; sağ­lık, eğitim, siyaset, ekonomi, sanat, edebiyat, dini konular, Urfa’nın sorunları; Türkiye ve dünya me­seleleri gibi hemen her konu konuşulabilir.

Bazı sıra gecelerine, sıradakilerin merak ettikleri veya ilgi duydukları konunun uzmanı bir misafir özellikle çağrılır ve onun konuşması dinlenir, on­dan istifade edilmeye çalışılır.

SIRA GECESİNDE OYUN

Sıra gecelerinde eğlenmek ve hoşça vakit geçir­mek üzere bazı geleneksel oyunlar oynanır. Bu oyunlardan en yaygın olanları “Tolaka” ve “Yüzük Fincan” oyunudur.

Tolaka Oyunu: En az 5-6 kişi ile oynanan bir oyundur. Bu oyunun oynanabilmesi için iki araç gereklidir. Birincisi, avuç içine sığacak kadar bü­yüklükte bozuk para veya yüzük; ikincisi ise, oyunda ceza alan oyuncunun eline vurmak üzere bükülmüş boyun bağı (atkı), havlu veya kemer. ışte bu ceza aletine “tolaka” denir.

Oturan oyuncular iki elini birleştirerek ileri uza­tır. Ebe, avuç içine saklanacak şeyi eline, ceza aleti tolakayı da koltuğunun altına alarak ayağa kalkar. Bu sırada diğer oyuncular ellerini birleştirmiş ve ileriye doğru da uzatmış olarak ebeyi beklemekte­dirler. Ebe, her oyuncunun önünde durarak, elini oyuncuların birbirine yapışık ellerinin içinden geçi­rir. Elindeki bozuk parayı oyuncuların ellerine bı­rakır gibi yaparak tüm oyuncuları dolaşır. Ebe, bu işi birkaç defa tekrarlar.

Ebe tüm oyuncuları birkaç defa dolaşırken, saklanacak olan bozuk parayı kimseye belli etme­den herhangi bir oyuncunun eline bırakır.

Bozuk para eline bırakılan oyuncu hiç sesini çı­karmaz, renk vermez. Ebenin sorduğu herhangi bir oyuncu saklanan paranın kimde olduğunu bilirse, ebenin eline ceza aleti ile bir tane vurur ve kendisi ebe olur. Yeni ebe de oyundaki yerini alınca oyuna devam edilir. Ebenin sorduğu oyuncu, paranın kimde ol­duğunu bilmezse, bu defa ebe onun eline ceza ola­rak (paranın saklı olduğu oyuncunun söy­lediği ka­dar) vurur. Oyuna da yine aynı ebe devam eder.

Yüzük Fincan Oyunu: Bu oyun için en az 5, en çok 10 kulpsuz fincan (acı kahve fincanı) ve bir yü­zük gerekmektedir. Bu oyun için sıra elemanları  iki gruba ayrılır. Bir grup tepsiyi ve fincanları alarak gizliden yüzüğü tepside ters dizili fincanlardan bi­rinin altına saklar. Karşı grubun tepside ters dizili fincanların altından yüzüğü bulması oyunun temel özelliğidir.

Oyuna başlayan taraftan biri tepsiyi görünme­yen bir köşeye götürür ve fincanlardan herhangi birinin altına yüzüğü saklar. Tepsiyi yavaşça karşı tarafın önüne bırakır.

Karşı taraf oyuncuları aralarında tartışarak, yü­züğün hangi fincanın altında olduğunu bulmaya çalışır. Fincanları kaldırmak, karşı tarafın temsilcisi tarafından yapılır. Temsilci, ellerini fincanların üze­rinde şöyle bir gezdirirken, karşı taraf oyuncuları fincanı saklayanların yüzlerine bakar ve heyecan­lanıp heyecanlanmadıklarını anlamaya çalışır. Dolu fincan üzerindeyken herhangi birinin yüzü deği­şirse, o fincanı kaldırması gerektiği konusunda temsilcilerini uyarırlar.

Temsilci, fincanı kaldırmadan fincanın “boş” veya “dolu” olduğunu söyler.  Temsilci birinci fin­canı kaldırırken “dolu” der ve yüzüğü bulursa ta­kımına 10 sayı kazandırır ve aynı zamanda tepsiyi hazırlama kendi takımına geçer. Ama “boş” dediği fincanları tek tek kaldırırken yüzüğü bulursa, fincan adedi kadar sayı alabilirler. Diğer tarafta kaldırıl­mayan fincanların sayısı kadar sayı verilir. Yüzüğü ilk saklayan taraf yüzüğü saklamaya devam eder.

Oyun bu şekilde, önceden kararlaştırılan sayı bulununcaya kadar devam eder.

SIRA GECESİNDE MÜZİK

Şanlıurfa’da müziğin gelişmesi, yaşatılması, yeni bestelerle sanatçıların ortaya çıkışında en önemli faktör sıra geceleridir, denilebilir. Sıra gecelerinde usta-çırak geleneği içerisinde müzik icra edilir. Herhangi bir enstrüman çalan veya okuyabilen kişi­lerin oluşturduğu sıralarda Urfa makam geleneği içerisinde müzik icra edilir. Müzik faslı Rast veya Divân makamında başlayarak Uşşak, Hicaz ve ge­cenin durumuna göre diğer makamlarla devam ederek Kürdi veya Rast makamıyla son bulur. Bu makamlar icra edilirken o makama göre şarkı, türkü okunur. Arada ise hoyrat ve gazel okunur. Müziğe yeni başlayanlar, bu gecelerde ustaları din­leyerek müzik bilgisi alır ve makamları öğrenir­ler. Bu yönüyle sıra gecelerine “halk konservatuarı” da denilebilir. Urfa’nın yetiştirdiği Mukim Tahir, Kel Hamza, Damburacı Derviş, Tenekeci Mahmut, Kazancı Bedih, ıbrahim Tatlıses, Mehmet Özbek, Mahmut Coşkunses gibi, daha sayabileceğimiz bir­çok ünlü, sıra gecelerinde yetişmiş ve ustalık dö­nemlerinde de çırakları kendilerinden istifade et­miştir.

SIRADA DİSİPLİN VE YARGILAMA

Sıra gecelerinin temeli disiplindir. Sıra gecesine gelişten ayrılışa kadar kurallar dizisi vardır. Sıraya katılan kişi bunlara kesinlikle uymak zorundadır. Bu kurallara uymayan, uyum sağlayamayan kişi zaman içinde sıradan ayrılmak zorunda kalır. Sıra gecesinin genel kuralları sıraya katılanlar tarafın­dan umumiyetle bilinir. Sıraya gelme saati, kalkma saati gibi bazı kurallar da sıra elemanlarının ortak kararıyla belirlenir. Bu alınan kararları sıra başkanı uygular.

 SIRADA ACI KAHVE VE ÇAY İKRAMI

Sıraya gelenlere ilk olarak sigara ve acı kahve ik­ram edilir. Acı kahveye Urfa’da “Mırra” denilir. Acı kahve yapmak için önce çekirdek kahve  kavrulur ve iri çekilir. Çekilen kahve “gümgüm” denen bü­yükçe cezveye konularak iyice kaynatılır, kaynayan kahve başka bir cezveye süzülür, dinlenen kahve tekrar süzülür. Süzülen kahveye “hel” denen ve özel bir tad veren bitki tohumu da konur ve kaynatıla­rak sıcak olarak misafirlere ikram edilir. Kahve, mi­safirlere özel kulpsuz fincanlarla sunulur. Mırra, fincanın dibine az miktarda konulur ve iki defa ve­rilir.

Acı kahvenin yapılması gibi, içilmesinin de ken­dine has kuralları vardır. Bu kurallardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz.

Sıra gecesinde acı kahve, misafirler ilk geldi­ğinde ve kalkacakları sırada olmak üzere  iki defa ikram edilir. Her ikramda fincana az miktarda acı kahve konur, misafir kahveyi içer ve fincanı geri uzatır. Mırrayı dağıtan, tekrar fincana az miktarda kahve koyarak misafire verir. Misafir ikinci kez uzatılan kahveyi de içerek teşekkür eder ve fincanı, kahveyi dağıtana geri verir. Burada iki püf noktası vardır. Kahveyi içen, kahve fincanını yere koyma­malı ve mutlaka kahveyi verene iade etmelidir. Kahveyi içenin fincanı yere veya masaya koyması kahveyi dağıtana büyük hakaret sayılır. Bunun ce­zası, kahveyi veren bekârsa, evlendirmesi veya fin­canın altınla doldurulup bunun kahveyi dağıtana verilmesidir. Urfa’ya gelen yabancıların çoğu bu kuralları bilmedikleri için çoğu kez fincanı yere ko­yar, orada bulunan, bu kuralı o yabancıya hatırlatır ve kahveyi dağıtana da onun yabancı olduğunu ve bu kuralı bilmeden fincanı yere koyduğunu, amacı­nın hakaret olmadığını söyleyerek “hoş görmesini” ister.

Sırada, acı kahveden sonra çay ikram edilir. Çay biraz geciktiğinde, sıra arkadaşlarından bazıları  es­prili bir şekilde çayın geciktiğini ev sahibine hatırla­tırlar; “Yahu bu çayiz Halep’ten mi geli ? “, “Niye bele gecikti “, “Çay suyiz yoksa komşıdan getırah ” veya birkaç arkadaş “Çay içinde adalar” gibi içinde çay geçen türküleri söylemeye başlarlar. Ev sahibi çayın geciktiğini anlar ve hemen çayları getirir.

Sıra gecesinde acı kahve ve çaydan başka, yazın ayran ve şurup ikram edildiği de olur. Sıra gecele­rinde alkollü içki kesinlikle içilmez.

SIRA GECESİNİN BAŞ YEMEĞİ “ÇİĞKÖFTE”

Sıra gecelerinde yemek olarak “çiğköfte” yapılır, nadiren diğer yemekli sıra geceleri de vardır. Diğer bir ifade ile “Çiğköfte” sıra gecelerinin değişmez yemeğidir diyebiliriz. Sırada sohbet veya müzik faslı biterken köfteyi yoğuracak kişi ve ona yar­dımcı olacaklar köfte yoğurmak üzere üzere kalkar­lar. Daha önce bulguru, eti, isodu (kırmız pul bi­beri) ve diğer malzemelerin hazırlanmış olduğu di­ğer odaya geçerler. Köfteyi yoğuracak olan, elini güzelce yıkayarak işe başlar. Köfte kıvamına gele­ceği sırada, sofra serilmeye başlanır. Köfte ile bera­ber yenilecek has (marul), beyaz lahana, salatalık, turp, nane, pırpırım (semizotu) ve Urfa’da yetişen hardal, kuzukulağı, suyarpızı, tuzik pendik ve tere gibi dere otlarından mevsimine göre bulunanlar sofraya dizilir. Ayran ve ekmek de sofraya konul­duktan sonra hazır olan çiğköfte herkese bir tabak olacak şekilde servis yapılır.

İyi köfte yoğurmak bir meziyettir. Sıraya gelen her kişi iyi köfte yoğuramaz. Her sıranın köfte yo­ğuranı bellidir ve o kişi veya kişiler sıra gecesinde köfteyi yoğururlar. ıyi yoğuramayan biri, köfte yo­ğurursa köfteyi hamurlaştırır, yiyenler “yuvalak köftesine benzemiş” gibi nüktelerle yoğurana takı­lırlar; köfteyi yoğuran, yoğurduğuna yoğuracağına pişman olur.

Sırada çiğköftenin yanında bostana, salatalık veya maruldan yapılmış cacık, zeytin bostanası veya koruk salatası, çoban salatası gibi salata ve ca­cıklar ikram edilir.

SIRA GECESİNDE TATLI

Sıra gecelerinde çiğköfteden sonra kadayıf, şıl­lık, katmer, baklava veya daş ekmeği, küncülü ak­kıt, palıza, şıre gibi mahalli tatlılardan herhangi biri ikram edilebilir. Sıra sahibinin hanımı maharetli ise, bu tatlılar evde hazırlanır, yoksa çarşıdan alınır.

SONUÇ

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: “Sıra gecesi” bir halk mektebidir, eğitim ve öğretim müessesesi­dir, arkadaşlıkların dostluklara dönüştüğü, daya­nışma ve yardımlaşmanın, hoş sohbetin, müziğin, edebiyatın harman olduğu gecelerdir.

Şanlıurfa kültür hayatında önemil bir yere sahip olan “sıra geceleri” geleneği çok yaygın bir şekilde Urfa’da ve Urfa dışındaki Urfalılar arasında halen devam etmektedir. Birçok geleneğimizin yozlaştığı ve bir kısmının kaybolduğu günümüzde “sıra ge­cesi” geleneğinin yaşıyor olması bir şanstır, bir gü­zelliktir. Sıra gecesi geleneğinin sürdürülmesi, bu kadar olumsuz tesirlere karşı halkımızın kendi milli değerlerine sahip çıktığının bir göstergesidir. Bu nedenle “sıra gecesi” geleneğinin bugün olduğu gibi yarınlarda da devam etmesi halisâne dileğimizdir.

Kaynak: http://www.abuzerakbiyik.com.tr/page_detail.php?page_id=59



Ahi Evran (1171-1261)

Ahi Evran

Ahilik teşkilatının kurucusu Ahi Evran, Azerbaycan’ın Hoy kasabasında doğmuştur (1171). Hoy, Türkiye’nin doğu sınırından 60 km  uzaklıkta ve “Sultan Tuğrul” zamanından beri Türkler’in meskûn olduğu bir bölgedir. Ahi Evran’ın asıl adı “Nasırüddin Mahmud el Hoyi” olarak kayıtlara geçmiştir. Ahi Evran ilk eğitimini Azerbeycan’da doğum yeri olan Hoy kasabasında aldıktan sonra, Maveraünnehir bölgesinde Horosan’a giderek orada ünlü âlimlerden “Fahreddin Râzi” (1149-1209) ve hükemadan, Felsefe ve Kur’an-ı Kerim tefsirlerini öğrenmiştir.

Ahi Evran’ın hocası Fahreddin Râzi, Horosan’da “Farâbî” ve “İbni Sina”nın tüm eserlerini okumuş, onların verdiği bilgileri daha da geliştirerek, tıp, astronomi, astroloji, lisan, edebiyat konularında kitaplar yazmaya başlamıştır.

Râzî hayatta iken çevresinde bulunan kalabalık öğrenci topluluğunun varlığı, onun yüzlerce öğrenci yetiştirdiğini göstermektedir. Bunlar arasında Abdülmuhsin Kayseri, İzzettin Râzî, Sadrettin Konevî, Kadı Burhanettin gibi ünlü isimler de bulunmaktadır. Ahi Evran, Sadrettin Konevî’nin çağdaşı olup ikisi de Fahreddin Râzî gibi İbni Sina ve Farâbî’nin etkisinde kalmışlardır. Bunlardan başka sultanlar, vezirler ve devlet adamları da Râzî’nin derslerini takip etmişlerdir.

Ahi Evran gençliğinde Ahmet Yesevî’nin talebelerinden aldığı ilk tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş ve olgunlaşmıştır. Ahi Evran, o devrin mutasavvıflarının buluşma yeri olan Bağdat’a gitmeye karar verir. Bağdat’a gitmeden önce Hac farizasını yerine getirir sonra dönüş yolunda müstakbel kayınpederi “Evhadü’d Din Kirmanî” ile tanışır. Büyük üstad sayesinde halife”Nâsır Li-di-nillah”ile tanıştırılan Ahi Evran, halifenin kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na girer.

Ahi Evran Bağdat’ta iken, Fütüvvet teşkilâtının ileri gelenleri ile tanışarak onlardan yararlanmıştır. Araştırmacı Mikâil Bayram’ın “Tasavvuf Düşüncesinin Esasları” adlı eserinde ve diğer kaynaklarda Ahi Evran’ın çok yönlü bir ilim ve fikir adamı olduğu kaydedilmektedir.

Ahi Evran, Tefsir, Hadis, Kelâm, Fıkıh ve Tasavvuf kitapları yazmıştır. Ayrıca Felsefe, Tıp ve Kimya sahalarında da bilgi sahibi olan çok yönlü bir ilim adamı ve filozoftur. İbni Sina Sühreverdî ve Fahreddin Râzî’nin bazı eserlerini Farsça’ya çevirmiştir.

Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, kayınpederi Evhadü’d Din Kirmanî ile Anadolu’ya gelen Ahi Evran, Konya’da Sultan’a yazdığı Letaif-i Gıyasiye adlı kitabını sunar, Kitabın 1. cildi felsefe, 2. cildi ahlâk ve siyaset, 3. cildi fıkıh (İslâm hukuku), 4. cildi dua ve ibadet hakkındadır.

İbni Sina hayranı olan hükümdar, kendisine sunulan kitapları beğenmekle kalmaz, aynı zamanda Ahi Evran’a ve düşüncesine büyük ilgi gösterir, hatta bu düşüncenin tatbikata geçirilmesine yardım eder. 1205 yılında Kayseri’ye gelen Ahi Evran’a ve düşüncesine büyük ilgi gösterir, hatta bu düşüncenin tatbikata geçirilmesine yardım eder. 1205 yılında Kayseri’de devletin desteği ile debbağları ve diğer sanatkârları da içine alan büyük bir sanayi sitesinin kurulmasına öncülük eder. Her sanat dalındaki birliklerin bir araya toplandığı bu siteler Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat zamanında diğer şehirlerde de kurulmaya başlar.

Sultan Alâeddin Keykubat’ın Ahi birliklerini desteklenmesi sonucu Anadolu’nun birçok yerinde bu birlikler süratle gelişir. Bu dönem Anadolu Selçuklu Devleti’nin iktisaden en parlak dönemi olmuştur. Sultan Alâeddin’in oğlu tarafından öldürülmesinden sonra Ahiler bu duruma tavır aldılar. Onun yerine geçen II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i hiç affetmediler. Ahi Evran’ı çekemeyenler onunla yeni hükümdarın arasını açtılar. Alâeddin Keykubat zamanında Konya’da medreselerde ders veren Ahi Evran bu sebepten dolayı Konya’ya davet edilen Ahi Evran, burada tekrar çeşitli olumsuzluklarla karşılaşır. Bu yüzden burada daha fazla kalmaz ve Kırşehir’e gelerek Ahi birliklerinin teşkilâtlandırılmasına hız verir.

Kırşehir’e eşi Fatma Ana ile yerleşen Ahi Evran, eşinin kurduğu Anadolu kadınlar birliği (Bacıyân-ı Rum) teşkilâtını da himaye etmiş, her iki teşkilâtın (Ahiyân-ı Rum) büyümesi ve gelişmesi için çaba sarf etmiştir.

Ahi Evran kendi mesleği olan debbağlık dalından başka 32 çeşit esnaf ve sanatkarın lideri olmuştur. Ahi Evran’ın Anadolu’da kurduğu Ahilik teşkilatının asıl amacı ilim ve bilgiyi insanlığın hizmetine sunmaktı. Türkler, Anadolu’ya yerleşirken dönemin bilim adamlarının önerisinden hareketle pozitif ilimlerin gündelik hayatta kullanılabilmesini ve insanların da bundan faydalandırılmasını ön görmüşlerdir.

İlmin tekniğe uygulanmasına örnek olarak; Cizreli İsmail B. Rezzaz isimli bilim adamının kitabında birçok otomatik makinenin projelerinin çizildiği ve tariflerinin yapıldığı, hatta bazı projelerinin uygulandığı bilinmektedir. Bu makine ve robotlara örnek olarak: Su saati, otomatik musluk, el yıkama ve abdest alma esnasında kendiliğinden su döken makine, kendi kendine müzik çalan makine, otomatik su tulumbaları, su fışkırtan fıskiyeler, şifreli anahtarlar, değişik hareket yapan robotları görmekteyiz. Teknolojinin üretime uyarlanışının ilk örnekleri olan bu buluşlara Ahi Evran önem vermekte idi.

Ahi Evran’ın Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus’a sunduğu Letaif-i Hikmet adlı kitap, sultanlara ve yöneticilere nasihat verici ve “Siyasetname” türü bir eserdir. Bu eserde halkın ihtiyaçları belirlenmekte, bu ihtiyaçların karşılanması, istihdamın, kaliteli bol ve ucuz üretimin arttırılması sırasında çıkabilecek sorunlara karşı tedbirlerin neler olması gerektiği şöyle anlatılmaktadır.

“Allah insanı, medenî tabiatlı yaratmıştır. Bunun açıklaması şudur: Allah insanları yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk, dericilik gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, bu meslek dallarının gerektirdiği âlet ve edevatı imal etmek için de birçok insan gücüne ihtiyaç vardır. Bu yüzden toplumun ihtiyaç duyduğu ürünlerinin üretimi için lüzumlu olan bütün sanat kollarının yaşatılması şarttır. Bununla da kalmayıp, insanların sonradan doğacak ihtiyaçlarını karşılamak için yeni sanat dallarının meydana getirilmesi gerekmektedir.”

Ahi Evran’a göre toplumdaki fertlerin büyük bir kesiminin sanata yönlendirilmesi ve her birinin belli bir sanat dalıyla meşgul olması gerekir ki, toplumun ihtiyaçları görülsün. Ahi Evran’ın kurduğu Ahilik teşkilâtının eğitim anlayışı bu temel görüşe dayanmaktadır. Devlete düşün görev, bu görüşe destek vererek halkın eğitilmesine ve yönlendirilmesine yardımcı olmaktır. Ahi Evran’ın eserinde belirttiği eğitim ve öğretim konusundaki tüm öneriler, Ahi birliklerinde uygulanmıştır. Ahi Evran’ın teknik öğretim ve ahlâka yönelik eserleri, yıllarca Ahi birliklerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Ahi Evran, Letaif-i Gıyasiye, Letaif-i Hikmet’ten başka Vaziyet, Ruh’un Bekâsı, Tıp ve İbni Sina’dan tercüme kitabı dâhil olmak üzere, yirmiye yakın eser bırakmıştır.

Ahi Evran hayatı boyunca ilimle ve eğitimle uğraşmış. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış.” Hadis-i Şerifi’ni kendisine ilke edinmiştir. Birlik üyelerine devamlı olarak çalışmayı öğütlemiştir. Üretimin ancak çalışarak sağlanacağını bilen Ahi Evran, insanların ihtiyaçlarını gidermenin de bir Tanrı buyruğu olduğuna inanmaktadır. Bu bakımdan çalışmak, insanları mutlu etmek, ibadet etmek kadar önemlidir.

Osmanlı Devleti’nin kurulmasında da önemli rol oynayan Ahi Evran, Cevat Hakkı Tarım ‘a göre şunu yapmıştır: ” Doksan üç yıl yaşayan, akla yâr, nefse düşman olan bir faziletli er kişi, tekkesine kapanmış; dünyadan elini eteğini çekmiş münzevi bir sofu ve softa değildi. O hayatını kazanmak için diyar diyar dolaşmış, her sanat ve zanaata başvurmuş, öğrendiklerini de insanoğluna öğretmek için uğraşmıştır.”

Ahi Evran’ın elli yıl müsahipliğini yapan ve onun vefatından sonra da yerine geçen Ahmet Gülşehri, Ahi Evran ve Ahilik konusunda “Keramat-ı Ahi Evran” adında bir eser yazmıştır. Mesnevi tarzında ve aynı vezinde Türkçe yazılan bu eseri Alman Prof. Franz Taechner Almanca tercümesiyle beraber bastırmıştır. 167 beyitten meydana gelen bu eserin Ahilik ve Ahi Evran’la ilgili bölümleri aşağıda günümüz Türkçesiyle verilmeye çalışılmıştır. Ahmet Gülşehri’nin yazdığı menakıbnamede, Ahi Evran’ın bütün ahilerin başı olduğunu, padişahların kendisine saygı gösterdiğini, hiç haram yemediğini, Ahilik adına yaptığı çalışmaların bütün dünyada duyulduğunu, Ahilik nizamının uygulandığını, misafirperver olduğunu, gerçek dostluğa önem verdiğini, kimseye incitici bir söz söylemediğini anlatılmaktadır. Ayrıca Ahiliğin altı şartı olduğunu bunların üçünün kapalı olduğunu vurgulamıştır.

Kaynak: http://ahilik.net/ahi-evran/

AHİLİK ve YÂRENLİK

Asyadaki Anayurdumuzda ahlakla sanatı özemiş bulunan ahilik, Ana¬dolu’da da aynı görevi yapmış, üstelik onu köylere dek yaygınlaştırmıştır.

Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı, “Yaran odaları“dır. Şe¬hirlerdeki ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her tür gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiç bir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerleri, yoksul düşmüş köyleri halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu du¬rumda olan Anadolu köylerinde başka bir örgüt, “yaran odaları” örgütü kurmuşlardı. Buralarda, köy halkının “imece” denen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu.

Köylerde bu yardım ve konuklama işi, “köy yaran odaları” ve “köy konuk odaları” işbirliğiyle yapılıyordu.

Görevleri ve işleyişleri 1950’li yıllara dek Anadolu’nun pek çok kö¬yünde sürmüş olan bu iki tür odanın nasıl kurulup nasıl çalıştığını, tanık olup yaşamış bir kişi olarak iyi biliyorum. Bunların ayrıntılarını, yukarıda ad ve basıldığı yerleri belirttiğim iki kitabımda yazdım, onları burada özet olarak veriyorum:

KÖY KONUK ODALARI
Bunlar, şehir ve kasabalardaki zengin ahi babalarının yaptırdığı za¬viyeler gibi köyün zenginlerince yaptırılırdı. Ben, Isparta ili Gelendost il¬çesinin Yenice köyünde doğdum. Babamın babası Hacı Osman Efendi hâkim (kadı) imiş. Onun yaptırmış olduğu konuk odasına babam Hafız Ferhad Efendi bakardı. Oda bakmak; odaya köy dışından, başka şehir ve kasabalardan gelenlere yemek vermek, hayvanlarına saman, yem vermek, kışın sobasını yakmak, altına yatak sermek, yorgan vermek, yemek çı¬karmak gibi şeyler demekti. Bu tür odalarda en az üç dört takım yatak, yorgan bulunurdu. Ben, ağabeylerim, odaya gelen konuklara, hay¬vanlarına bakar, yemek götürürdük.

Yolların, ulaşım, taşıma ve konaklama araç ve gereçlerinin ilkel ve ye¬tersiz olduğu zamanlarda bu odaların, konuklara parasız olarak verdiği hizmetler çok insanî ve değerli idi. Köylerde, çoğu kasabalarda bugün bile otel ya da han bulunmamaktadır. Oysaki Avrupa’da oldukça düzenli iş¬leyen posta arabaları yolcu taşıyor, kır ve kasaba hanlarında yolcular ge¬celeyip yemek yiyebiliyordu. Parasız hizmet verecek hayır kuruluşları yoktu.

YARAN ODALARI
Benim ailemde biz, beş oğlan, bir kız kardeştik. En büyük ağabeyim benden 21 yaş büyüktü. Hepimiz ana-baba bir kardeştik.

Büyük ağabeyimle onun küçüğünün, evimizin arka bahçesinde bir yaran odaları vardı; orada akşamları toplanırlardı. Bu tür genç odalarında 20–35 yaş arasındaki gençler toplanırlardı. 35–40 yaşın üstündekiler ihtiyarlar odasında, babam ve onun yaşındaki büyükler de Kadı Odası diye anılan konuk odamızda toplanırlardı. Bizim köy oldukça büyük ol¬duğundan, köyde üç yaran odası, üç de, ihtiyarlar odası vardı. Bu üç ih¬tiyarlar odasının en saygını, bizim oda “kadıların oda” idi. Çünkü burada medrese tahsili yapmış oldukça iyi okumuş kişiler vardı. Örneğin babam, amcam, hafızdılar, amcam muhtar ve hatib, babam hafız babamın amcası oğlu müderris idi. Köyümüzdeki medresenin başı idi. Bu ihtiyarlar oda¬larının bir işi de mahkeme gibi çalışmaktı. Miras, kavga ve nizaların halli bu odaya gelir orada halledilirdi. 1950’li yıllara dek köyden mahkemeye giden pek olmuyordu. Daha önemsiz anlaşmazlıklar öteki ihtiyarlar oda¬sında çözümlenir, karışık ve zor olanlar bizim odaya gelirlerdi. Ben küçük olduğumdan, okul zamanları dışında odaya gider büyüklere su filan ve¬rirdim. Yaran odaları denen gençlerin odaları, her odanın yaranları ta¬rafından yapılırdı. Bu yaran odaları, 100–120 m2’lik büyük salon ha¬lindeydiler. Salonun büyük bir ocağı, ocağın karşısındaki alt kısımda, yerden bir buçuk metre kadar yükseklikte tahta bir sofası bir iki penceresi, bir iki su testisi konacak oymaları bulunurdu.

Sonbaharda, harmanlar kaldırılıp ekinler ekildikten sonra bu odalar açılır, gençler akşamlan gitmeye başlarlardı. Mayıs başlarında Hıdrellez’den sonra, yaz ekinleri başladığında odalar da kapanır herkes tarım işleriyle meşgul olurdu.

ODANIN İŞLEYİŞİ
Her odada 20–30 genç bulunur. Odaya her akşam, yemekten sonra ge¬linir. Ocakta yakılacak odun, gaz lambalan, daha sonraları lüks lambalan, keşikle, her gün bir yaran efradı (odaya devam edenlere böyle denirdi) ta¬rafından sağlanır. Odanın temizliğinden de, kendisine keşik (nöbet) gelen kişi sorumludur. Bu nedenle keşikçi, gündüz odaya gelip temizliği yapar, lambalara gaz doldurur, gece yakılacak odunu getirir. Keşikçi, bir gün ön¬ceki akşam oda dağılırken, önceki keşikçiden odanın anahtarını alırdı.

Bu odalarda oturma, konuşma, terbiye ve nezaketin korunması, ahi za¬viyelerinde olduğu gibi yaran başı ve onun yardımcısı “oda başılar”ca sağlanırdı.

Yaran’ın her birine “efrad” denir. Efrad ferdin çoğuludur ama böyle söylenegelmiştir. Her yıl oda açıldığında yaranların hepsinin oylarıyla se¬çilen “Yaran başı” ve “Odabaşılar, efrad arasında ortaya çıkacak dargınlıkları, kırgınlıkları, hak, hukuk sorunlarını çözüme bağlardı. An¬laşmazlık konusu daha ağır ve çözümü zorsa ihtiyarlar odasına gidilir orada çözüme bağlanırdı. İhtiyarlar odasının verdiği karara itiraz edilmez, kesindir. Zaten bunlar hakça çözümlenirdi. Yukarıda da dediğim gibi benim tanık olduğum uzun yıllarda köyden mahkemeye pek gidilmezdi.

Yaranların başlıca görevleri şunlardı: Düğünlerde düğün sahiplerinden iki tarafa yardım etmek. Düğün sahibi yaranlardan birinin yakını ise bu iş parasız yapılırdı, sadece yaranlara bir iki kez ziyafet verilirdi. Oda Efradı ile ilgisi olmayan birinin düğünü, bir iki koç verme karşılığında yapılırdı. Düğün işi oldukça zahmetli idi. Başka köylerden gelen konukları evlere yerleştirmek, düğün sahibinin akrabalarının bu konuklara hazırladığı 20 kap kadar yemeğin taşınmasını yaranlar yapardı. Düğünde kazanlarla pişen yemekler için dağdan yirmi otuz yük odun getirmek de yaranların görevi idi.

Köydeki yoksul ve kimsesiz kişilerin, dul ya da kendileriyle il¬gilenecek kimseleri olmayan, kocası askerde bulunan kadınlara yardım da bu yaran odalarının görevleri idi. Böylelerinin çifti, hayvanı yoksa ekin¬lerini ekiverme, harmanlarını kaldırıverme, evi yanmışsa ev yapma gibi işleri yine bu odaların görevi idi.

Köyün genel işlerine yardım etmek de bu yaran odalarının görevi idi, bunlar, dere, göl taşması, orman, ekin ya da harman yanması gibi şeylerdi. Böyle bir durum ortaya çıktığında oda gençleri hemen topluca olay yerine koşar, tehlikeyi önlerlerdi.

Köyün yaran efradı, harman sonunda, aralarında para toplayıp hep bir¬likte Eğirdir Gölü kıyısına gidip bir hafta orada eğlenir, balık ve kuş avlar, yüzme ve güreş gibi sporlar yaparlardı. Bu tür eğlenceler, Hıdrellez gü¬nünde de (6 Mayıs) yalnız o güne özgü olarak yapılırdı. Bu topluluklar, kışın da odalarında çalgılı, türkülü eğlenceler yaparlardı.

Ahlakî ve insanî bilgileri ve eğitimi ahi zaviyelerinde alan ahinin kesin olarak bir meslek ya da sanatı olurdu yani, ahiliğe ancak, esnaf, sanatkâr ya da meslek sahipleri katılabilirlerdi; zaten ahiliğin, tekke ve türbelerde çöreklenip halka el açarak kutsal duygular sömürücülüğü yapan, cahil hal¬kın sırtından geçinen asalak tarikat topluluklarından farkı buradadır.

Ahilik, Anadolu Türküne, alın teri ile geçinme, başı dik, kendine güvençli ve minnetsiz yaşama yeteneği kazandırmış, bu ruhu onlara aşı¬lamıştır. Atölyede, tezgâhta sanat eğitimi, ahi zaviyelerinde kültür ve genel bilgi alarak çifte bir eğitim gören Türk Esnafı ve Sanatkârı, hem ara¬larında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma kurmuş, hem de yerli Bizans sanatkârlarıyla yarışabilecek bir sanat ve meslek yeteneğine kavuşmuş oluyorlardı.

Onların, her grup sanatkâr ve meslek sahibi için ayrı olmak üzere, be¬desten, arasta ya da uzun çarşı denen, kalın duvarlarla çevrili görkemli ya¬pılar içindeki yan yana dizilmiş dükkânlarda sanat ya da mesleklerini be¬cerili ve yetenekli olarak gururla sürdürüyorlardı.

Kaynak:
Ahlakla Sanatın Bütünleştiği Türk Kurumu Ahilik
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY

(Isparta Gelendost doğumlu. Ankara Üniversitesinde ve Selçuk Üniversitesinde Rektörlük, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde dekanlık yapmış ,bir dönem Türk tarih kurumu başkanlığı yapmıştır.)

http://www.sandiklikultur.org.tr/yaren-ahilik_ve_yarenlik sitesinden alınmıştır.

Yâren

Yâren: İnsan yetiştirme; insanı hayata hazırlama; sosyal düzeni ve güvenliği sağlama; halk müziği, halk mutfağı, halk tiyatrosu, halk edebiyatı gibi ulusal kültür değerlerini yaşatma ve yeni kuşaklara aktarma görevlerini yüzyıllardır yerine getirmiş bir sosyal kurumdur.

Türk tarihi içinde birçok sosyal teşkilata rastlamak müm­kündür. Bunlardan bir kısmı, za­man içerisinde fonksiyonlarını kaybederek ortadan kalkmış; bir kısmı da çeşitli değişikliklere uğ­rayarak günümüze kadar gelebilmiştir. Çankırı Yâren teşkilâtı bunlardan biridir.

Farsça “yâr” kelimesinden türeyen yârân, eş, dost, tanıdık, yakın anlamlarına gelmektedir. Yârân, Ahmet Kıymaz’ın tabiriyle, âdab ve erkânıyla yüz yıllar öncesinden günümüze ses­lenen sosyal bir teşkilâttır”

Türk tarihinde, Çankırı Yâ­ren Teşkilâtı gibi kurumlar, dev­letin icraatlarına yardımcı ol­dukları gibi, sosyal nizamın sağ­lıklı bir şekilde gelişmesine de katkıda bulunmuşlardır. Yâren teşkilâtı, yurdumuzun değişik bölgelerinde farklı şekillerde icra edilmektedir.

Yaran kelimesi, dilimize Farsçadan geçen yâr kelimesinin çoğuludur. Yar, dost, sevgili, tanıdık anlamındadır. Dolayısıyla yaran dostları, sevgilileri, tanıdıkları ifade eden bir kavramdır.

Yaran ve sohbet kelimelerinden oluşan Yaran Sohbeti terim olarak dostların, tanıdıkların bir gaye etrafında ülfet edip hemhal olmaları şeklinde tanımlanabilir.

Sevgi ve kardeşlik hamurunun, birlik ve dayanışma potasında yoğrularak, inançlı Anadolu insanlarının bir araya gelerek belirli ilke ve kurallar üzerine inşa ettiği, özel mekânlarda yaşanan milli kültür mirasımızın bir müessesesi; Oğuzlardan günümüze ulaşan ilim ve irfan yuvasıdır.

Kaynak: http://emirkaratekin.tr.gg/Yaren-Nedir-f-.htm

Çankırı, Yaren Meclisleri

ÇANKIRI YAREN MECLİSLERİ (Bengisu KOLCU)

YAREN KÜLTÜRÜ

Türkler, insanlık tarihinin en eski ve köklü milletlerinden biridir. Türk milleti, tarih boyunca başka milletlerle sosyal, siyâsî, ticari, iktisâdı, kültürel, askerî ilişkiler kurmuş ve bu ilişkilerde kendi kimliğiyle ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede Türk kültürünün bir parçası olan ‘yarenlik‘ üzerinde durulması gereken bir kültür öğesidir.

Sosyal bir kurum olan Yaren Teşkilatı’nın iki önemli kaynağı Türk töresi ve İslâm inancıdır.

Moğol istilasının ağır baskı ve zulümleri altında kalan Anadolu’da Ahi Teşkilatı, hem işgalci Moğollara karşı direnmiş hem de Türk halkının birliğini, maddî ve manevî gücünü temsil etmiştir. Anadolu ahilerinin pîri Ahi Evran, şehit olunca ahi şeyhleri, Ankara ve Çankırı’ya çekilmişlerdir. Moğol istilasının etkileri, Çankırı’da pek hissedilmediği için ahilik çerçevesinde oluşan kültürel değerler, Çankırı’da yaşamayı sürdürmüştür.

Hacışeyhoğlu Hasan ÜÇOK, ‘Yaren Kültürü’nün ahilik ve fütüvvet kurumlarıyla ayrıca yeniçeri teşkilatıyla yakın ilgisi olduğunu öne sürmüştür. (ÜÇOK 1932:45)

Ahilik örgütü, Anadolu’da sadece kent ve kasabalarda esnaf ve sanatkârlar gibi ekonomiye yön veren sınıfı eğitmekle kalmamış; köy bazına kadar örgütlenerek eğitim ve insan yetiştirme işlevlerini yerine getirmiştir. Yaren kültürü ise böyle güçlü sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-politik örgütün kendine özgü sentezidir.

Yaren teşkilatı, bahsedilen bu kurumlarla münasebetleri görülmesine rağmen onlardan farklı, kendine özgü millî bir kimliği olan sosyal bir kurumdur.

Yaren kelimesi yarlar, sevgililer, dostlar, arkadaşlar ile erkekler yiğitler anlamlarına gelir.

Yarenlik, insan yetiştirme, insanı hayata hazırlama; halk müziği, halk mutfağı, halk tiyatrosu, halk edebiyatı gibi ulusal kültür değerlerini yaşatma ve yeni kuşaklara aktarma görevlerini yüzyıllardır yerine getirmiş sosyal bir kurumdur.

Yaren ocakları, esnaf ve loncaların aktif rol aldığı yıllarda esnafın iş yerini kapattıktan sonraki sohbet, eğlence meclisleri iken zamanla sadece esnaf meclisi olma durumundan sıyrılmıştır.

Yaren meclisleri, yarenin kuruluş aşamasından, yaren odalarının donanımına, yaren odalarına giriş kurallarına, yemeklerin yenilmesine, oyunların oynanmasına, mahkemenin kurulmasına ve diğer unsurlarına kadar ritüellere büyük önem vermiş sosyal bir kurum halinde oluşmuştur.

Yaren meclisleri eski Türklerdeki 24 Oğuz boyunu temsil edecek şekilde bir başağa, bir küçük başağa ve 22 yarenden oluşur. Bu meclislerde bir de orta işlere bakan çavuş vardır.

Sanayileşme ile yaşanan köyden şehre göçler, Çankırı kasaba ve köylerinde nüfus azalmasına yol açmış buna bağlı olarak kültürel değerler de aşınmaya ve unutulmaya başlamıştır. Buna rağmen Ankara, İstanbul, İzmit, Kırıkkale, Karabük gibi yerlerde ve Avrupa’daki Çankırılılar arasında yaren meclisleri düzenlenmeye devam etmektedir.

Oğuz boylarının yoğun ve önemli bir yerleşim yeri olan Çankırı coğrafyası, ahilik ile Türk kültür varlığının kayda değer bir geleneğini yaşatmıştır.

Günümüzde yaren meclislerinin sosyal etkisi, gittikçe azalmaktadır. Eskiden babalar, çocuklarının yaren sohbetlerine katılmalarını hararetle isterlermiş. Nasıl askerlik yapmayan erkek, Türk toplumunda olgunlaşmamış erkek olarak kabul edilirse Çankırı’da yaren meclisine dahil olmamış erkek de kâmil insan sayılmazmış.

‘Atın iyisi alayda, kabın iyisi kalayda

İnsanın iyisi de YARANDA belli olur’ ifadesi, ahlakî düşüncelerin ve kuralların toplumda etkisini kuvvetle hissettirdiği zamanlarda yaren ocaklarının fertleri terbiye eden kurumlar olduğunu göstermektedir. Bu nedenle yaren ocakları, birer okul durumundaymış. Bu özellik geçmişe nazaran günümüzde çok az devam etmektedir. (KIYMAZ 1996:25)

‘Kız, anadan öğrenir sofra düzmeyi

Oğul, babadan öğrenir sohbet gezmeyi’ ifadesi Çankırı’da bir hayat ilkesi haline gelmiştir. Şüphesiz bu ilkenin kökleri, Oğuz Türkleri geleneğinden gelmektedir. Nitekim Dede Korkut Hikayelerindeki:

‘Kız, anadan görmeyince öğüt almaz

Oğul, atadan görmeyince sofra çekmez’ ifadesi ile münasebeti açıktır. (ÖZKAN 2002:2)

Yarenlik, insanları tek tek kucaklayan, insanın kendini tanımasını sağlayan, erdemli olmayı öğütleyen, ve kıskançlık ihtiras gibi duyguları dizginleyen bir öğretidir. Ahilikle dolayısıyla lonca teşkilatıyla alakası olan yaren kültüründe esnaf, dürüst bir şekilde hizmet etmeyi kendine düstur edinmiştir ki dükkanının levhasına:

‘Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız

Hakk’a iman ederiz, müslümandır şanımız

Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin

Hilesi, hurdası yok; helalinden malımız

Müşterimiz velinimet, YARANIMIZ yarimiz

Ziyadesi zarar verir kanaatir kârımız’ diye yazabilmiştir. (ÖZKAN 2002: 22)

Yaren kültürünün genç kuşaklara aktarılması için küçük yaştaki erkek çocukları yaren meclislerinde eğlenceye katılır.

‘Ah yine akşam oldu ezan sesi var

Hep ellerin YARENİ var, eşi (ıssı) var aman eşi var’ dizeleriyle başlayan ‘Akşam Havası’yla açılır. (EK 1, ÖZKAN 2002: 33)Bu türküden sonra çeşitli yöresel türküler bir saat kadar devam eder.

Yaren meclislerinde misafirler uğurlandıktan sonra yaren ağalar, başbaşa kalırlar. Yaren ağalar dağılmadan önce bir sonraki hafta ocağı yakacak yaren ağalara ‘Arap’ vermek için ‘Arap Verme Töreni’ yapılır. (‘Arap’, zilli maşa ve defe verilen addır. Bu adın nereden geldiği ve neden verildiği bilinmemektedir.) Bu tören sırasında saz heyeti, ‘Arap Verme Havası’nı çalar. Bu esnada bütün yaren ağalar ve sazendeler:

‘Fakirin geldi divane

Elinde gül dane dane

YARAN başı izin kime

İç ağam afiyet olsun

Sohbetin mübarek olsun’ dizeleriyle başlayan türküyü söylerler. (EK 2, KIYMAZ 1996: 24) Bu türkü, yaren meclislerindeki adabı, dayanışmayı ve bağlılığı göstermesi açısından önemlidir. ‘Arap Verme Töreni’yle yaren meclisinin ocak yakma gecesi, böylece sona ermiş olur.

Günümüzde yaren meclisleri her şeyden önce eski sosyal görevlerini uygulamaktan uzaktadırlar. Eskiden esas amaç sosyal adaleti, yardım severliği, eşitliği kısacası toplum düzenini korumaktı; eğlence ise sadece bir araçtı. Bu durum özellikle son otuz yıl içinde değişiklik göstermiş; yaren meclislerinin bir çoğunda eğlence, ön plana çıkmıştır. Çankırılı Âşık Molla Mehmet AKÇA’nın :

‘Şu yalan dünyanın sonu yoktur

Bu sırrın aslına erenler çoktur

Devrin YARENLİĞİ bağrıma oktur

Hakkın hikmeti var onu bilelim (BAKİ 1953:31)

dizeleriyle başlayan şiiri, bu gün de geçerli olan bu yozlaşmayı eleştirmektedir.

Sadece gelenekte yaşayan türküler, sözlü kültür ürünleri değil; halen yaratılmakta olan edebî ürünlerde de yaren kültürünün Çankırı’nın bir imgesi olduğunu görebilmek mümkündür. Bu, Çankırı yaren meclislerinde yaren ağalık yapmış olan Necati ÜLKER’in şu mısralarından da anlaşılmaktadır:

‘Saat yirmi dördü geçer sofra kurulur

Meclisimizde misafir ağalar bulunur

Yiyin beyler yiyin afiyet olsun

Başağalar, YAREN ağalar, misafir ağalar

Size selam olsun…

Ne mutlu bize ki YAREN OCAĞIMIZI açmışız YARENLER diyarı Çankırı’m! (EK 3, KIYMAZ 1996:75)

Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla kurulan Çankırı Yaran Kültürü Yaşatma Derneği’, Çankırılılar Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı tarafından çıkarılan ‘Yaren Meclisi’ dergisi ile Çankırılılar Vakfı tarafından çıkarılan ‘Çankırı Yaren ‘dergisi yarenliğin Çankırı’nın sembolü olduğunu göstermektedir.

Yarenlerimiz modern hayatta televizyon programlarına katılmakta ve bu yolla gelir elde etmektedirler. Bir çok devlet kurumunca yaren kültürü hakkında kitap bastırılmıştır. Yaren kültürünü yaymak amacıyla kurulan vakıflar tarafından çıkarılan dergiler, yaren meclislerinde söylenen türküleri toplayan kasetler, Çankırı’yı ve yaren kültürünü anlatan cdler, internet siteleri (www. karatekin. net.) yarenlik imgesinden yararlanma sahalarını göstermektedir.

Bugün biz yarenin ruhunu yeniden keşfetmeliyiz. Onu, özündeki düşünceyi, sevme, sayma, yardım etme, şakalaşmanın özüne doğru götüren yüksek varoluş düşüncesinden koparmadan incelemeliyiz. Onu, suflî mizah ve şakaların, insanı yaralayan ve küçülten sonradan ilave edilmiş katkılarından arındırmalıyız. Onu 12. yüzyıldaki saflığı ile yeniden keşfederek hayatımıza katmalıyız. . (KIYMAZ 1996: 2)

Yaren kültürünün birinci derecede yaşatıldığı yaren meclisler, müzelik durumlarından kurtarılmalı, maddî ve manevî yönden desteklenmelidir. Bu nedenle Kültür Bakanlığı, valilik veya belediye bütçelerinden uygun bir ödenek ayrılmalıdır. Ayrılacak bu ödenek, il ilçe veya köylerdeki yaren meclislerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere belli bir plan halinde dağıtılmalıdır.

Öncelikle Çankırı’da yaren kültürünün özelliklerine uygun yaren evleri yapılmalı, bunların sayıca ve kalitece geliştirilmesi yolları ve çareleri aranmalıdır. İl, ilçe ve köylerde yeni yaren meclislerinin kurulması ve yaşatılması teşvik edilmelidir.

Orta okul ve lise öğrencilerine yönelik dönemlik kurslar açılmalı, okullara özgü minyatür yaren meclislerinin kurulması ve yaşatılması sağlanmalıdır. Yaren meclislerinin başağaları, yaren ağaları her türlü siyasî düşünceden uzakta olmalı, sosyal ilişkilerinde partiler üstü yaklaşım tarzını bütün çıplaklığı ile ortaya koymalıdırlar. Yarene gönül vermiş her insanın unutmayacağı en önemli nokta; partizanca tutum ve davranışlardan mutlaka soyutlanmak olmalıdır. (KIYMAZ 1996: 83)

‘Bir mıh bir nal, bir nal bir at, bir at bir ordu kurtarır. ‘ Ölçüsü doğrultusunda yaren kültürünün korunması ve yaşatılmasının gerekliliğini idrak eden etkili ve yetkili bütün insanların harekete geçme zorunluluğu ve sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluğu kendine görev edinen, yaren kültürünü varlığımızın temel ilkesi olarak gören, bu amaçla çareler arayan kişilerin girişimleri desteklenmelidir.

Öncelikle Çankırı’dan yetişmiş olan devlet adamları ve bürokratlar olmak üzere bütün yetkililer Türkiye genelinde yaren meclislerini yaygınlaştırmak için maddî ve manevî güçlerini etkin biçimde ortaya koymalıdırlar.

KAYNAKÇA

  • 1- Baki, Mehmet, 1953, Bugünkü Halk Şairlerinden Aşık Molla Mehmet AKÇA “Yarenlik”, İstanbul
  • 2- Ilgaz, Rıfat 1946, Yarenlik: Şiirler, İstanbul
  • 3- Kıymaz, Ahmet, 1996, Yaren Kültürü, Ankara, Yaprak Yayınları
  • 4- Onay, Ahmet TALAT, 1932, Çankırı Şairleri, Çankırı
  • 5- Özkan, Orhan, 2002, Çankırı Gelenekleri ve Yaran Kültürü, Çankırı
  • 6- Sağlam, Ömer, 1993, Yaren Meclisi, S. 11
  • 7- Tezcan, Mahmut 1989, Sosyal Değişme Sürecinde Çankırı Yaran Sohbetleri, Ankara
  • 8- Ulu, Hale, 1989, Çankırı Yaren, S. 25
  • 9- Üçok, Hacı Şeyhoğlu Hasan, 2002, Çankırı Tarih ve Halkiyatı, Ankara: Okuyan Adam Yayınları
  • 10- Uygur, Tahsin Nahit, 2002, Çankırı Halk Edebiyatı, Ankara: Okuyan Adam Yayınları

Kaynak: Gazi Üniversitesi- Türk Halkbilimi Topluluğu Yayını ( Kentler ve İmgeler Kitabı) M.Öcal Oğuz, Tuba Saltık Özkan tarafından hazırlanmıştır.